WDL Demo Rss

Ama Şehir Çok Kalabalık

seninle yalnız kalmak istiyorum
ama şehir çok kalabalık
şehirle yalnız kalmak istesem sen varsın
büsbütün onulmazlık.

cins cins bakma bana, ben de daralıyorum
beni bu kadar ciddiye alma, alınıyorum.

bir cümleni ver bana, devam edeyim.

hah hayattan başlayayım, hayata başlamak için
hayat dediğin bazen güzel, bazen çirkin
sen de bazen öylesin.
bir bak bakayım bana.
evet.
sen de öylesin.
ama bazen ondan daha güzelsin.
çok yoruldun, toplu taşıma çok yorucu,
otobüsler çok kirli, binme onlara
metaller ıslak soğuk
kaldırımlar çok dolu, insanlar çok çok.
her gün tanımadığın insanların gözlerine bakıp
hiçbir şey olmamış gibi yürüyüp gidiyorsun
yazmadığın zamanın yorgunluğu,
bu sene de genişlemeyecek yatağına koşuyorsun.
ben o sırada yan yolların birinden yoluna çıkıyorum
keskin, kesif kendi adımlarımla
aslında zigzag severim ama o gün bir doğruyu keser gibi
tabuları yıkıyorum.
(onlar da kirlenmiş, binme onlara)
ayrı ayrı ilerliyoruz evlerimize doğru
uzamda uzanmışız o gün, başka doğrular da var.
senin doğrun, benim doğrum
kime göre, neye göre uzanmış öyle?
en doğrusu insanın kendi doğrusuymuş, bana göre uzanmışsın.
elin ileriye uzanmış yatan bir beyin,
en ileride el gibi gördüğün senin,
benim en güzel doğrum
daha uzansan çakışacaksın.
daha uzaksan yokuz, vakit yetmeyecek
uzamak isteyeceksin oradan
çok yoruldun yine, kestireceksin
(rahat ol lütfen
çünkü insan en çok kendi doğrusunu severmiş)
ben o sırada yan yolların birinden yoluna çıkıyorum
bir yola sapanın hep kısa düşüyor pası, yüzüm düşüyor
görüp hiçbir şey olmamış gibi gülümsemediklerine özeniyorum
yani uzamda uzanmışız o gün, başka doğrular da var.
benim doğrum kısa, senin doğrun boylu boyunca
doğrusunu istersen
tam da işte bu yüzden
yolların kesişmesi doğru değil
doğrular kesişmeden, yollar nasıl kesişsin
zaten.

cins cins bakma bana, ben de daralıyorum
beni bu kadar hafife alma, alınıyorum.

ben tevekkül ederim,
bazen ben yerimden hiç kalkmadan beklerim.
günler geçerse böyle
trajedi tarifi verenleri seslerim.
ben de çok yoruldum, bi çay koysan da içsek
diyebilsem gülerim.
adeta bir olay çıkartacak gibi gülerim.

ben de çok yoruldum
anlatsam "ya deme öyle" diye üzüleceksin, o yüzden anlatmam
yaşım bilmem kaç ne önemi var
illaki bir şeylerin yarısı eder.
sana gel şu duvardan atlayalım
gel şu mağazaya o sokak köpeği gibi dalalım
bütün şehrin ortasında anlamsızca bağıralım
demem bu yüzden.
diyememem bu yüzden.

yalnız o son izlediğin film senin kafanı çok karıştırdı
nefesini tutarak içtin tam onsekiz sigaranı
film dediğin öyle çok da kafa karıştırmamalı
neymiş işte adam her nefesinde ölümsüz, deli
değil mi ki cahillik emin kılmak kendini
biri çıkıp soyut resmin soyuna sopuna söver
ben herkese somutluluklar diliyorum.
bir kitabı daha yarım bıraktım
durup her şeye geç geç yapıyorum
canına tak eden kazansın
her şeyin mi üzerine konuşmalı?

benden daha yorgunmuş gibisin, uyu
delicesine yalnızlıktansa, akıllı kalabalıkların uğultusunu aç
sabah olsun, o sokaklardan geç
biraz iç, mesela almanlar bazen ne garip
yeni bir kelime daha öğren
kullan onu, o gün bir gemi gibi geçsin gitsin
aklını kullan çünkü yitirilen şeyler var kullanılmayınca
maalesef benden daha yorgun gibisin sen, uyu.

cins cins bakma bana, ben de daralıyorum
sırf bu yüzden durup her şeye geç geç yapıyorum.
arabalar zaten geçiyor
bulutlar, insanlar da.
sen geçme istiyorum.
sen kal
seninle yalnız kalmak istiyorum.
ama şehir çok kalabalık
ben kalabalık değil, seninle kalmalık bir şehir istiyorum.

Orhan Gencebay vs. Bon bon


Birkaç gün önce rüyalarımın saman tadına dönüşmesinden söz ederken imdada Orhan Gencebay’lı rüyam yetişti. Kim olduklarını hatırlamadığım birkaç arkadaşımla büyük kanunsuz işler yapmış da bir şeylerden kaçmak zorundaymışız gibi, Üsküdar’ın arka sokaklarında bir eve balkonundan giriyoruz. Orada kalmam gerektiği söylense de ben başka yerler aramak için sokağa çıkıyorum. Oralar güzel, dinleniyorum bir yerde. Kaldırımda otururken Orhan Gencebay iniyor hızla yokuştan aşağı. O da bir şeylerden kaçıyor gibi kılık değiştirmiş. Siz Johnny Depp’in Bon Bon’u gibi hayal edebilirsiniz, ben biraz daha başka gördüm. Neyse, bir şekilde babayı tutuşa alabiliyorum. ‘60 sonu ‘70 başı politik değişimin müziğini nasıl etkilediğini, 80’lerin yeni nedensiz arabesk dalgasını nasıl gördüğünü, Mısır ekolünü mü Suriye ekolünü mü daha çok benimsediğini, hangi feylesofa daha yakın hissettiğini… vs. soruyorum. Siyasetten girip, sosyoloji ve müzikten çıkıyoruz. O sırada bizim kaçaklardan biri geliyor ve adamı darlamaya başlıyor. Orhan Gencebay “ben de bakkaldan bir şeyler almaya çıkmıştım, gideyim, Sevim hesaba çeker şimdi” diyerek uzaklaşıyor. Arkadaşa söylene söylene, aynı eve yine balkonundan girmek üzere yokuşa vuruyorum.

Bence rüyalarım iyiye gidiye.


Hamsi Kokusu ve Fatma ile Zehra

Etiketler: , , ,

Dün, biraz yürümek için çıktıktan sonra hiç aklımda yokken ani bir kararla balık pazarına saptım. Çocukluğum Trabzon'da geçtiğinden sanırım, balık kokusu çoğusunun aksine beni rahatsız etmiyor. Balık pazarları ne ilginç yerler aslında. Dakikalarca balıklara bakan yaşlı amcalar olur hep tezgahların başında. O sene hangi balığın bol olduğu, hangisinin daha da ucuzlayacağı, hangisinin ne zaman yenmesi gerektiğinden, hangi balığın nasıl pişmesi gerektiğinden falan konuşulur, alışveriş esnasında bilgi alışverişi ve hatta muhabbet olur. O keşmekeş, kirlilik ve koku biraz da bu yüzden alıcısını hiç rahatsız etmiyor galiba, herkes orada bulunmaktan mutlu gibi. Akşam yemek üzere balığı satın alma kısmı bile kutsal bir ritüele dönüşüyor sanki. Acayip.

Havalar iyice soğudu. Bu da hamsi için doğru zamanın yaklaştığının habercisi. Aslında ben küçükken Trabzon'da hep "hamsi daha kar yemedi" denir ve kar yağmadan hamsi yemeye pek yanaşılmazdı. Kardan sonra hamsi iyicene bollaşır ve deli gibi ucuzlardı. Annemin beni de zorla peşine takıp çıktığı pazar alışverişlerini hatırlıyorum da, o zamanlar hamsi neredeyse ekmek fiyatına satılırdı. Soğuk, nemli, yağmurlu, gri Trabzon akşamlarında neredeyse her sokaktan bir hamsi ızgara kokusu gelirdi. Hamsi kokusu bende hala çok garip duygular uyandırıyor. Dün balık pazarındayken hamsi kokusunun beni neden böyle bir melankolik idealist gibi yaptığını düşündüm. Aklıma ilkokuldaki ikiz kız kardeşler Fatma ve Zehra geldi.

Fatma ve Zehra sınıfın en sessizleriydi. Arka sıralardan birinde yan yana otururlar ve soru sorulsa dahi cevap vermezlerdi. Sıralarından pek kalkmaz, diğer çocuklarla oynamaz, hatta kendi aralarında bile konuşmazdılar. Hem zaten onlara pek ilişen, konuşmak isteyen de yoktu. Diğer çocuklar onları pis, çirkin, bakımsız ve belki de saf buluyorlardı. Sınıfın, onların bulunduğu tarafına hiçbiri yaklaşmak istemiyordu. Bu çelimsiz, suskun, kendi halinde kızlara adeta cüzzamlı gibi davranıyorlardı. İki ikiz kardeşin bunlara üzülüp üzülmediklerini bile kestirmek güçtü. Ama ben öyle hissediyordum. Arada sırada gidip onlarla konuşmaya çalıştığımda, belli belirsiz gülümsüyor ya da sadece kafa sallamakla yetiniyorlardı.

Bir gün sınıf öğretmenimiz, sınıfta durumu çok kötü öğrenciler olduğunu söyledi -ve nedense- haftanın belli günleri okul sonrası, evleri yakın olan başarılı öğrencilerin başarısız öğrencilere ders çalıştırmasını istedi. Takvim falan, işlenecek konular, her şey belliydi, kimin kime ders çalıştıracağına geldi sıra. Herkes zaten kimin kime yakın oturduğunu az çok biliyordu. Fatma ve Zehra dışında. Çünkü, aslında öğretmen dışında kimse tanımıyordu onları. Öğretmen nerede oturduklarını sorduğunda, bana çok yakın olduklarını söylediler. Onlara benden çok daha yakında oturan bir başka kızın olduğunu ve özellikle, bir sebep için beni istediklerini sonradan öğrenecektim. Bu, hiç konuşmayan, utangaç kızların nerede oturduğumu nereden bildiklerine biraz şaşırdım ama bir işe yarayacağımı düşünüp -hem de Fatma ve Zehra için- heveslendim.

Okul sonrası ilk ders vakti gelmişti ve ilk olarak benim onlara gitmem gerekiyordu. Birlikte eve doğru yürümeye başladık. Evet kokuyorlardı, kötü bir şey kokuyorlardı. Yol boyunca içimden, "anneleri bunları neden yıkamıyor, neden üstlerine başlarına biraz bakmıyor, neden saçlarını hiç taramıyor, neden aynı yırtık çoraplarla okula gönderiyor?" diye kızların annelerine hayıflana hayıflana yürüdüm. Nemden yosun tutmuş dar merdivenlerden inip şehrin dışında bir mahallenin arka sokaklarının da arkasına yürüyorduk, kızlar önde, ben arkada. Buralara daha önce hiç gelmemiştim, zaten buralara gelmem de yasaktı. Vadi yarığında kurumuş bir dere yatağının en dibine kadar indik merdivenlerden. "Geldik" dediler. Etrafa baktım, tek bir apartman yoktu. İki göz odası olan, barakamsı, derme çatma bir evde yaşıyorlardı. Çatının üzeri naylon seriliydi. Kapıyı çalmalarını ve sonunda hayalimde deli bir kadın olan annelerinin aslında neye benzediğini görmem için kapıyı açmasını bekledim. Ama Fatma cebinden bir oda anahtarı çıkardı. O yaşlarda hiçbirimize anahtar teslim edilmezdi, ama bu kızların bir anahtarı vardı. Kapı açıldı ve o aynı koku, evden dışarı kaçarmışçasına bir yoğunlukla burnuma sarıldı sanki. İçeri girdim. Koku giderek yoğunlaşıyordu. Eski, yamalı perdeleri tamamen çekili oda kapkaranlıktı. Hava kararmıştı ve kızlardan biri tavandaki sarı akkor lambayı açtı. Sarı ışık beni hep üzmüştür, neden bilmiyorum; bu sarı ışık da zaten kötü görünen bu evi daha da kötü gösteriyordu sanki. İçeride bir divan, bir yer yatağı, bir kömür sobası, bir sehpa, Philips marka eski, küçük bir radyo, ıvır zıvır ve bunların karşısında da mutfak olarak kullanılan yerde küçük bir ocak ve üzerinde tencere, tava... vs. vardı. Her taraf kir ve yağ yanığına yapışmış toz içindeydi. Peki ama bu kızların anneleri neredeydi, yandaki odadan neden çıkıp hala gelmedi? Bunları düşünüp, etrafı incelerken kızlar da okul formalarını çıkarıp gelmiş, arkamda yan yana durup bana bakıyorlardı. Bir başkasının evini böylesine alıcı gözle incelemenin hoş olmadığını düşünüp utandım. Derse başladık. Bir yandan ders anlatıyordum, bir yandan da anneleri ne zaman gelecek diye sürekli camda, kapıdaydı gözüm. Çünkü oralarda, o zamanlar bir kadın o saatte evinde olurdu ve o yoktu.

Ders sırasında kızlar yine hemen hemen hiç konuşmadılar, retorik sorularım da yine havada kaldı. Ders bitmek üzereyken, anneleri hala gelmemişti. Anlatacaklarımı bitirdim, sadece ders çalıştırmak üzere orada bulunuyormuş gibi olmamak için ve kızları da merak ettiğimden sohbet etmeye, bir şeyler sormaya başladım. Benim kız kardeşim yoktu, ikiz kız kardeş olmaktan menmun muydular mesela? Birbirlerine bakıp, belli belirsiz gülümsediler yine ve yine hiçbir şey söylemediler. Kitabı, defteri toplayıp çantama kaldırırken kapıya vuruldu. İşte anne gelmişti! Daha büyükçe ve görece daha sosyal olan Fatma kapıyı açtı. Gelen anneleri değildi. Elinde koca bir balık poşetiyle, babalarıydı. Kır saçlı, kirli sakallı, elleri kocaman ve buruş buruş adam, oldukça yorgun görünüyordu ve o da aynı kızları gibi kokuyordu. Bana hoşgeldin dedi, kızlara nasıl olduklarını sordu, kızlar neden orada olduğumu açıklama zorunluluğuyla öğretmenin verdiği çalışma ödevinden söz ettiler, bu babanın hoşuna gitti, gülümsedi. Alelacele elindeki poşetteki balıkları tezgahta yıkamaya başladı. Balıklar poşetten çıkınca anladım ki, poşettekiler balık değil, hamsiydi. Kızlara acıkıp acıkmadıklarını sordu. Akşam olmuştu, vakit de epeyi ilerlemişti, tabii ki acıkmıştı kızlar. Hamsinin birazdan hazır olacağını, benim de o sürede kızlarla oturmamı ve sonra birlikte yemeyi teklif etti babaları. Bugün ders anlatacağımı söylemiştim ama evden beklerler miydi beni acaba, merak ederler miydi, kalmam uygun muydu? Bir yandan kızların annelerindeydi aklım ve gördüklerim karşısında pek sağlıklı düşünemiyordum, sessiz kaldım. Babanın hemen işe dönmesinden sessizliğimin ikrar sayıldığını anlayıp kızlarla oturmaya karar verdim. Hamsi pişerken içerideki koku giderek yoğunlaşıyordu. O kokuydu bu... Kızlar hamsi kokuyordu! Hamsi pişene dek yine pek konuşmadılar. Eski püskü, kolu bacağı kırık oyuncak bebeklerini getirdiler, onlara kendi bebeklerime çok güzel kıyafetler diktiğimi, isterlerse bir gün bize gelmelerini ve onların bebeğine de bir şeyler dikebileceğimizi söyledim. İlk defa heyecanlandıklarını gördüm ve sevindim. Sonra birden, sanki sözleşmişler gibi kalkıp aynı anda salon sayılacak yerin diğer ucunda mutfaktaki babalarının yanına gittiler, hamsinin piştiğini babaları söylemeden biliyorlardı. Sofrayı hazırlamak için ona yardım etmeye başladılar. Divanın ve sobanın ortasına, yere gazete kağıtları serildi, üzerine sadece kaşık, ekmek ve soğan kondu. Baba koca tavayla hamsiyi getirdi. Kızlar çok acıkmıştı ve hemen giriştiler hamsiye, kılçıklarını ayıklamadan bir hamsi yiyor, bir ekmek koparıyor, bir su içiyorlardı. Babaları da bir yandan yiyor, bir yandan çekinmememi, başlamamı söylüyordu. Onlar tavayı yarılamışken ben hala kılçık ayıklamakla uğraşıyordum. Hamsi çok güzeldi, tadı hala damağımda. Yemek bitti, kızlar gazete kağıtlarını toplamaya başladılar, sofranın çöpünü, kılçıkları yanan sobaya attılar. Anneleri hala gelmemişti. Eve gitmek için izin istedim. Aynı dar, yosunlu merdivenleri olan karanlık sokaklardan tırmanıp eve geldim. Kapıyı annem açtı ve ilk sorduğu soru "Hamsiyi nerede yedin?" oldu.

Gördüklerimi anlattım. Kızları o da tanımıyordu. Kızların durumuna üzüldü ama hemen sonra "doymamışsındır sen orada, otur da doğru düzgün yemek ye" diyerek anne rutinine döndü. Doyup doymadığımı bilmiyordum, uykuya dalana dek üstümü başımı koklayıp düşündüm. Artık ben de hamsi kokuyordum.

Çalışmalardan birkaç sefer sonra, bilmiyorum, belki birkaç hafta sonra kızlar bize gelecekti bu kez. Okuldan çıkıp, üstündekileri hiç değiştirmeden direkt bize geldiler. Ders çalışmaya başlamamız gerekiyordu ama valide kızlara kabir azabı gibi bir kabin basıncı uyguluyordu sorularıyla. Nerelisiniz, babanız ne iş yapar, nerede oturuyorsunuz, kaç kardeşsiniz?.. vs. vs. Ben soru sormaktan ne kadar imtina ediyorsam, kadın aksine kızcağızların üzerine üzerine gidiyordu. En sonunda "annenizin adı ne?" diye sordu. Söylediler ve sustular. "Artık derse başlamamız lazım anne" deyip, valideyi susturdum. Derse başladık, kızlar hiç fena gitmiyorlardı. Özellikle matematikte bayağı iyi hale gelmişlerdi. Ama türkçede o kadar ilerleme kaydedememiştik, zira kızlar konuşmuyorlardı. Ders bitti, bebeklerime diktiklerimi görmek isteyip istemediklerini sordum, gülümsediler. Yine pek konuşmuyorlardı ama gösterdiklerimi sevdikleri belliydi. Birkaçını onlara verebileceğimi söyledim, çok şaşırdılar ve sevindiler. Bebek giysilerini de alıp, kendi bebeklerine giydireceklerini söyleyip sevinçle ve heyecanla, kikirdeye kikirdeye gittiler. Çok mutluydum. Kızlar artık derslerde daha iyi, çevreyle daha sosyal ve mutlu gibiydiler. Hatta sınıftan birkaç kişi onlarla konuşmaya, ufak ufak oyun bile oynamaya başlamıştı. Mutluluğumu annemle paylaşmak istedim, olanları anlattım. Onları mutlu etmek beni de mutlu etmişti. Annem beni beklediğim heyecanla karşılamadı ve anlatmaya başladı:

Kızların anneleri, onlar dört yaşındayken trafik kazasında ölmüştü. Kızlara o yaşlarından beri balıkçı olan babaları bakıyordu. Kızlar bu yüzden sadece hamsi yiyebiliyorlardı, bu yüzden sürekli hamsi kokuyorlardı. Babaları hastaydı. Adamın sağda solda bir sürü yere borcu birikmişti ve balıkçılıktan kazandığı para kızların okul masraflarını karşılamaya yetmiyordu. Bu yüzden kızları okuldan almayı düşünüyordu, ama kızlar henüz bunu bilmiyordu. Annem bunları mahalledeki ayaklı data sağlayıcı kadınlardan öğrenmişti; ama nedir ki, kimse kızlar için bir şey yapmayı düşünmemişti bile. Annem öyle kötümser konuşmuştu ki, o gece uyuyamadım. Okula gidip öğretmenin bir şeyler yapması için onunla neler konuşacağımı hesaplayıp durdum. Öğretmenle konuşmak için sabırsızlanıyordum. Araya haftasonu tatili girmişti.

Pazartesi sabahı "andımız" esnasında kızları sırada göremedim. Genellikle geç kalırdılar, "gelirler nasıl olsa" diye düşündüm. Sınıfa girdim, ikizler hala sıralarında yoktu. Ders başladı, gözüm kapıdaydı. Ders boyunca da gelmediler. Teneffüs oldu, dışarı çıkıp bakındım, hala gelen giden yoktu. Artık öğretmene söylemeye karar verdim. Koridorda yakalayıp, dilim döndüğünce derdimi anlatmaya başladım. Ben konuşurken kadının gözleri doldu. Kızlar okuldan alınmıştı. Babaları kızların kaydını sildirmiş ve evi de Zonguldak'a taşımıştı. Geç kalmıştım ve hiçbir şey yapamamıştım. Onları artık bir daha hiç göremeyecektim.

Dün balık pazarından hamsi alıp eve gelirken, hamsiyi hazırlarken, hatta pişerken ve tabii ki yerken bile hep Fatma ile Zehra'yı düşündüm. Acaba şimdi nerede, neler yapıyorlar. Hamsi seviyorlar mı acaba?

Dalgınlığımla Bir (1) Sorunum Var

insan sırf sağlıksız, uykusuz olduğu için, ya da ne bileyim herhangi bir sebeple dalgınlaşmamalı. dalgınlık, istenirse gelmeli, istenmezse gitmeli bence. o her belanın anası; zira, beni makinelerin diline maruz bırakıyor. bazen bu melun illet yüzünden dark matterlarla doluyor beynim, kader denilen inanmadığınız şey perde perde açılıyor önümde. sırf bu yüzden sevmiyorum dalgın olmayı, yoksa başka hiçbir derdim yok dalgınlığımla.

bu seferki dalgınlık öyküm de en az diğerleri kadar bir seri ardıl dalgınlıklar silsilesine sebep verecek, kafaya zahmetli uğraşlar yükleyen, "akılsız başın cezasını yine akılsız baş çeker"i kanıtlayan, kafada, alınamayacak dersler yaratan türden.

"bu bilgisayarın hali ne, biraz çeki düzen vereyim şu klasörlere." bu ve benzeri cümleleri ne zaman kursam, ne zaman biraz iyi hissetsem, ne zaman kendimde çerçöpün arasına dalacak cesareti bulsam, ardından hemen kötü şeyler oluyor. yine yaptım. tam da mp3'leri, nereden geldiğini bilmediğim şarkı ve filmleri diskler arasında seyahate çıkarırken, bir yandan da çerçöpü shift+delete ederek, -temizliğin ve düzenin ruha manasız bir mağruriyet pompalaması sarhoşluğundan olsa gerek-, windows'un normalden seksenbeş kat daha uzun süreceğini söylediği "siliniyor..." uyarısını biraz geç anladım. iptal diyip bir yandan dosyaları toparlamaya, bir yandan çerçöpü silmeye devam ettim. tekrar aynı şey oldu. yine iptal dedim, birkaç dosyayı daha bir yerlere taşıdım ve onları bırakıp bir şeyler okumaya daldım. sıkılınca, fonda taze düzenlenmiş gıcır müzik klasöründen soundtrack falan bi şeyler çalsın istedim. klasörü açtığımda bir çoğunu, ne olduğunu hatırlamadığımdan bir daha muhtemelen asla bulamayacağım yetmişbeşbin şarkılık müzik klasörünün neredeyse tamamını silmiş olduğuma ayılmam da yine biraz zaman aldı. o acıyla biraz kalakaldım, isyan ettim, hüzünlendim, sinirlendim. sonra, arada yine üzerine yeni şeyler yazılmış olan diskteki verileri kurtarmaya çabaladım. 1 saatin sonunda hepi topu üçbinbeşyüz şarkı bulabildi program. bu kadar az olmamalı diyerek bir daha tarattım. bu kez biraz daha fazla veri buldu, bu sırada saatlerden bir saat daha eksilmişti. kurtarılanları eski klasöre geri taşıdım. bu kez de, aynı işlemi iki kere yaptığımdan ve bunu da yine nasıl ve nedense farketmediğimden her şarkının birer klonu daha bitiverdi müzik klasöründe. duplicate olanları eleyip silecek program aramaya başladım. buldum. kurdum. işleme başladım. 1-2 saat de bu sürdü. program trial versiyon çıktı, "ben on tane silerim, gerisine sen bakarsın" dedi bence o an bana makinelerin alter-egolarından biri olarak. bence bunu derdi yani.

zaten çoğundan ümidi kestiğim, tamamen düzensiz, ne idüğü belli olmayan üçbinbeşyüz şarkı için şimdi crackli bir versiyonu bulup, hiç sevmediğim o makine diline tekrar maruz kalmak zorundayım. üstelik, bunca zahmetten sonra iyice tiksindiğimden muhtemelen bir daha asla hiç çift tıklamayacağım bir klasör için.

dalgın olmakla başka hiçbir problemim yok oysa. yemek yansa, aç aç otururum çünkü.

Antikahramanlığa Fimli Giriş

Deliliğe akıllı bir övgü, İzlanda'dan Sigur Ros kokulu film: Englar Alheimsins *


"Life is a tale that told by an idiot."






Afişteki mavilik, bulutlar, melek çağrışımları hiç de hakkaniyetli bir önyargı sağlamıyor film adına, öncelikle bunu söyleyeyim. Vaat eder gibi durduğu bu görsel seçicilik menşeli tabloyu birkaç dakikası hariç asla yansıtmıyor.

Uzun zaman önce kulağıma çalınıp sonra unuttuğum ve sonra izlemek için kritik bir zamanda tekrar karşıma çıkan nice filmden biri... Diğer anlatıların aksine "delilik" denen şeyin kendince tanımını yapmaksızın yaşanmış bir öyküden (/kitaptan) hareketle aslında ne gibi bir "şey" olduğunu ifade etmenin zor, iç burkan; mantık ve akıl üzerine sorular sordurtmanın ağır bir yolu olmuş film.

Film, kuzey ülkeleri insanlarının (ve tabi onlar arasından örnek adına en iddialılarından İzlanda'nın) yaşamlarındaki fon rengi griliğinin asıl müsebbiplerden biri gibi göründüğü; akıl, delilik, gerçek, sanrı, şizofreni.. gibi "normal" insanların üzerine çok fazla konuşmamayı yeğledikleri psikolojinin zor ve riskli, dar ve kasvetli bölgelerinde kılıç sallayıp arada da o keskin ucuyla içimde bir yerlere çentikler atıp, kanatan bir film olarak duygusal arşivimdeki sağlam yerini aldı, sağ olsun.

Páll karakterinin kendi varlık ve ayrıksılığına, yerinde bir seçimle Hegel'den bir alıntıyla cevap verişi filmin ve dolayısıyla kitabın nasıl sağlam
bir zemin üzerinde hareket ettiğini en başından kanıtlıyor; bu adımdan sonra da, söylenenlere şüphesiz yaklaşabilmesine de olanak sağlıyor izleyicinin ve Páll'un delilik üzerine kurduğu hemen her cümle, aksi ispatlanamaz teoriler halini alıyor hakkıyla.

***

[Yumurta ya da Spoiler]


(Yukarıdakilerin dışında, filmin başında ve ortasında yer alan rüya sekansı "hasta at" kısmı, Páll'un su üzerinde yürüyüşü, sıkça tekrarladığı aforizmaları (ki hemen hepsi şapka çıkartılacak cinsten saptamalar), zarar görmüş algısı neticesinde, odasında havada asılı kalmış gibi göründüğü sahnede dikey düzlemi yatay düzlem gibi imajine etmesi, "My Way" ve "Bium Bium Bambalo" eşliğinde intihar, Óli ve Viktor karakterleri... Hepsi birden filme benzersiz bir güç ve his kazandırmış.)



Filmin karakterler, küçük detaylar ve müzik üzerinden tartışılmaz "anlatmak istediğini ifade gücü" maksimuma yaklaşmış. Duvardaki Marilyn Monroe, sohbetlerde geçen Hegel ve Schiller, tımarhanedeki Nietzche, Hitler, Beatles göndermeleri... Fondaki müzik olmadan da zaten oldukça iddialı bir melankoli vaad edebilecekken bir de müzik pelikülün içine işlemiş adeta. Bu noktada film, Sigur Rós'a ve İzlanda menşeli hemen her sanat ürününe hayranlık uyandıran masochist bir merakla yaklaşılmasını da anlaşılır kılmış tekrar.

Üzerine söylenecek, bilerek atladığım daha çok şey var; uzatmıyorum. Ama on parmağında on marifet Baltasar Kormákur önünde saygıyla eğilmeden
de bitiremeyeceğim. O nasıl oyunculuktur güzel abim, o nasıl "hem delilik, hem sarhoşluktur"? :)

***

Filmdeki rüya sekansı:




Trailer:




http://www.imdb.com/title/tt0233651/



*Bu yazı daha önce "sinemafanatik"te yayınlanmıştır.

Ve Yoldayım; Gittiğim yol, yol değil.



Sanırım kayboluyorum.

Oldum olası fotografik hafızası iyi, oryantasyonu kötü biriydim. Kaybolmayı, kaybetmeye benzediğinden değil ama sevmeyişim. Özellikle akşam üzerleri, ışıkları yanmamış, koyu renkli perdeleri olan evlerde kaybettim yolumu. Kaybolmanın, aslında yeni bir yol bulmak olduğunu en çok böyle odalarda unuttum. Unuttum ve bir daha hiç hatırlamadım bunu.

Kaybolmak, uyanıkken dahi kaybolduğun rüyalar görmek gibi... Saptığın her yoldan pişmanlık ve suçluluk duymak gibi... Gerçeğe sadık kalmak için, yalan söylemek zorunda kalmak gibi... En kötüsü, hiçbir şeyden emin olamamak gibi...

"Yola çıkmak, yitirmek ülkeleri" iken, kendini de yitirmek sanırım biraz. Tamamen kaybolmuş olmaktan da, birinin adımlarımı takip ederek beni bulmasından da korkuyorum şimdi.

Yollar karanlık ve gittiğim yol, yol değil biliyorum.

Duygu...

Tam bir yıl sonra hava yine cehennem gibi. Uyku tutmuyor, düşüşünü bekliyorum sanki tutacakmışçasına... Sabah kahveleri, sigaraları, 'wish you were here' ve daha bir sürü şey, bıyıklı kadın... Seni çok özlüyorum.

Bu gün tam bir yıl oldu. Nasılsın acaba, yıldızlara yakın mısın? O fütüristik fantezilerin hala eskisi gibi keyifli geliyor mu? Dünyayı kurtarma planlarımıza siktir mi çektin? Çocuk gibi her daim yaralı kolların bacakların da kurtuldular mı senin haşarı, ele avuca sığmaz ruhundan? Sen de beni özlüyor musun oralarda, yoksa oralarda özlemek bile yok mu ki aslında? Nasıl görünüyorum oradan? Şimdi anladın mı her şeyi? Bambaşka mıymış aslında anlamını ararken delirdiğimiz şey? Yoksa piç piç sırıtıyor musun bunlara da yine? Bu 'hep aklıma düşme" işine ne diyorsun? Yoksa sen mi yapıyorsun bunu da sinsi sinsi? Keşke yanaklarından daha fazla öpseymişim, içimden ne geçiyorsa daha hızlı söyleseymişim dediğimi biliyor musun?

'Keşke'lerim için beni affet ruhumun birebir bir tarafı, ben de seni erkenden gittiğin için affetmeye çalışayım. Sonra bir gün bir yerde pek de bir şey olmamışçasına kahkahalar atarak aptallıklarımızı anlatmaya kaldığımız yerden devam edelim. Olmaz mı?

Hem saatlerce yazmak, hem de saatlerce susmak istiyorum hakkında...