WDL Demo Rss

Hamsi Kokusu ve Fatma ile Zehra

Etiketler: , , ,

Dün, biraz yürümek için çıktıktan sonra hiç aklımda yokken ani bir kararla balık pazarına saptım. Çocukluğum Trabzon'da geçtiğinden sanırım, balık kokusu çoğusunun aksine beni rahatsız etmiyor. Balık pazarları ne ilginç yerler aslında. Dakikalarca balıklara bakan yaşlı amcalar olur hep tezgahların başında. O sene hangi balığın bol olduğu, hangisinin daha da ucuzlayacağı, hangisinin ne zaman yenmesi gerektiğinden, hangi balığın nasıl pişmesi gerektiğinden falan konuşulur, alışveriş esnasında bilgi alışverişi ve hatta muhabbet olur. O keşmekeş, kirlilik ve koku biraz da bu yüzden alıcısını hiç rahatsız etmiyor galiba, herkes orada bulunmaktan mutlu gibi. Akşam yemek üzere balığı satın alma kısmı bile kutsal bir ritüele dönüşüyor sanki. Acayip.

Havalar iyice soğudu. Bu da hamsi için doğru zamanın yaklaştığının habercisi. Aslında ben küçükken Trabzon'da hep "hamsi daha kar yemedi" denir ve kar yağmadan hamsi yemeye pek yanaşılmazdı. Kardan sonra hamsi iyicene bollaşır ve deli gibi ucuzlardı. Annemin beni de zorla peşine takıp çıktığı pazar alışverişlerini hatırlıyorum da, o zamanlar hamsi neredeyse ekmek fiyatına satılırdı. Soğuk, nemli, yağmurlu, gri Trabzon akşamlarında neredeyse her sokaktan bir hamsi ızgara kokusu gelirdi. Hamsi kokusu bende hala çok garip duygular uyandırıyor. Dün balık pazarındayken hamsi kokusunun beni neden böyle bir melankolik idealist gibi yaptığını düşündüm. Aklıma ilkokuldaki ikiz kız kardeşler Fatma ve Zehra geldi.

Fatma ve Zehra sınıfın en sessizleriydi. Arka sıralardan birinde yan yana otururlar ve soru sorulsa dahi cevap vermezlerdi. Sıralarından pek kalkmaz, diğer çocuklarla oynamaz, hatta kendi aralarında bile konuşmazdılar. Hem zaten onlara pek ilişen, konuşmak isteyen de yoktu. Diğer çocuklar onları pis, çirkin, bakımsız ve belki de saf buluyorlardı. Sınıfın, onların bulunduğu tarafına hiçbiri yaklaşmak istemiyordu. Bu çelimsiz, suskun, kendi halinde kızlara adeta cüzzamlı gibi davranıyorlardı. İki ikiz kardeşin bunlara üzülüp üzülmediklerini bile kestirmek güçtü. Ama ben öyle hissediyordum. Arada sırada gidip onlarla konuşmaya çalıştığımda, belli belirsiz gülümsüyor ya da sadece kafa sallamakla yetiniyorlardı.

Bir gün sınıf öğretmenimiz, sınıfta durumu çok kötü öğrenciler olduğunu söyledi -ve nedense- haftanın belli günleri okul sonrası, evleri yakın olan başarılı öğrencilerin başarısız öğrencilere ders çalıştırmasını istedi. Takvim falan, işlenecek konular, her şey belliydi, kimin kime ders çalıştıracağına geldi sıra. Herkes zaten kimin kime yakın oturduğunu az çok biliyordu. Fatma ve Zehra dışında. Çünkü, aslında öğretmen dışında kimse tanımıyordu onları. Öğretmen nerede oturduklarını sorduğunda, bana çok yakın olduklarını söylediler. Onlara benden çok daha yakında oturan bir başka kızın olduğunu ve özellikle, bir sebep için beni istediklerini sonradan öğrenecektim. Bu, hiç konuşmayan, utangaç kızların nerede oturduğumu nereden bildiklerine biraz şaşırdım ama bir işe yarayacağımı düşünüp -hem de Fatma ve Zehra için- heveslendim.

Okul sonrası ilk ders vakti gelmişti ve ilk olarak benim onlara gitmem gerekiyordu. Birlikte eve doğru yürümeye başladık. Evet kokuyorlardı, kötü bir şey kokuyorlardı. Yol boyunca içimden, "anneleri bunları neden yıkamıyor, neden üstlerine başlarına biraz bakmıyor, neden saçlarını hiç taramıyor, neden aynı yırtık çoraplarla okula gönderiyor?" diye kızların annelerine hayıflana hayıflana yürüdüm. Nemden yosun tutmuş dar merdivenlerden inip şehrin dışında bir mahallenin arka sokaklarının da arkasına yürüyorduk, kızlar önde, ben arkada. Buralara daha önce hiç gelmemiştim, zaten buralara gelmem de yasaktı. Vadi yarığında kurumuş bir dere yatağının en dibine kadar indik merdivenlerden. "Geldik" dediler. Etrafa baktım, tek bir apartman yoktu. İki göz odası olan, barakamsı, derme çatma bir evde yaşıyorlardı. Çatının üzeri naylon seriliydi. Kapıyı çalmalarını ve sonunda hayalimde deli bir kadın olan annelerinin aslında neye benzediğini görmem için kapıyı açmasını bekledim. Ama Fatma cebinden bir oda anahtarı çıkardı. O yaşlarda hiçbirimize anahtar teslim edilmezdi, ama bu kızların bir anahtarı vardı. Kapı açıldı ve o aynı koku, evden dışarı kaçarmışçasına bir yoğunlukla burnuma sarıldı sanki. İçeri girdim. Koku giderek yoğunlaşıyordu. Eski, yamalı perdeleri tamamen çekili oda kapkaranlıktı. Hava kararmıştı ve kızlardan biri tavandaki sarı akkor lambayı açtı. Sarı ışık beni hep üzmüştür, neden bilmiyorum; bu sarı ışık da zaten kötü görünen bu evi daha da kötü gösteriyordu sanki. İçeride bir divan, bir yer yatağı, bir kömür sobası, bir sehpa, Philips marka eski, küçük bir radyo, ıvır zıvır ve bunların karşısında da mutfak olarak kullanılan yerde küçük bir ocak ve üzerinde tencere, tava... vs. vardı. Her taraf kir ve yağ yanığına yapışmış toz içindeydi. Peki ama bu kızların anneleri neredeydi, yandaki odadan neden çıkıp hala gelmedi? Bunları düşünüp, etrafı incelerken kızlar da okul formalarını çıkarıp gelmiş, arkamda yan yana durup bana bakıyorlardı. Bir başkasının evini böylesine alıcı gözle incelemenin hoş olmadığını düşünüp utandım. Derse başladık. Bir yandan ders anlatıyordum, bir yandan da anneleri ne zaman gelecek diye sürekli camda, kapıdaydı gözüm. Çünkü oralarda, o zamanlar bir kadın o saatte evinde olurdu ve o yoktu.

Ders sırasında kızlar yine hemen hemen hiç konuşmadılar, retorik sorularım da yine havada kaldı. Ders bitmek üzereyken, anneleri hala gelmemişti. Anlatacaklarımı bitirdim, sadece ders çalıştırmak üzere orada bulunuyormuş gibi olmamak için ve kızları da merak ettiğimden sohbet etmeye, bir şeyler sormaya başladım. Benim kız kardeşim yoktu, ikiz kız kardeş olmaktan menmun muydular mesela? Birbirlerine bakıp, belli belirsiz gülümsediler yine ve yine hiçbir şey söylemediler. Kitabı, defteri toplayıp çantama kaldırırken kapıya vuruldu. İşte anne gelmişti! Daha büyükçe ve görece daha sosyal olan Fatma kapıyı açtı. Gelen anneleri değildi. Elinde koca bir balık poşetiyle, babalarıydı. Kır saçlı, kirli sakallı, elleri kocaman ve buruş buruş adam, oldukça yorgun görünüyordu ve o da aynı kızları gibi kokuyordu. Bana hoşgeldin dedi, kızlara nasıl olduklarını sordu, kızlar neden orada olduğumu açıklama zorunluluğuyla öğretmenin verdiği çalışma ödevinden söz ettiler, bu babanın hoşuna gitti, gülümsedi. Alelacele elindeki poşetteki balıkları tezgahta yıkamaya başladı. Balıklar poşetten çıkınca anladım ki, poşettekiler balık değil, hamsiydi. Kızlara acıkıp acıkmadıklarını sordu. Akşam olmuştu, vakit de epeyi ilerlemişti, tabii ki acıkmıştı kızlar. Hamsinin birazdan hazır olacağını, benim de o sürede kızlarla oturmamı ve sonra birlikte yemeyi teklif etti babaları. Bugün ders anlatacağımı söylemiştim ama evden beklerler miydi beni acaba, merak ederler miydi, kalmam uygun muydu? Bir yandan kızların annelerindeydi aklım ve gördüklerim karşısında pek sağlıklı düşünemiyordum, sessiz kaldım. Babanın hemen işe dönmesinden sessizliğimin ikrar sayıldığını anlayıp kızlarla oturmaya karar verdim. Hamsi pişerken içerideki koku giderek yoğunlaşıyordu. O kokuydu bu... Kızlar hamsi kokuyordu! Hamsi pişene dek yine pek konuşmadılar. Eski püskü, kolu bacağı kırık oyuncak bebeklerini getirdiler, onlara kendi bebeklerime çok güzel kıyafetler diktiğimi, isterlerse bir gün bize gelmelerini ve onların bebeğine de bir şeyler dikebileceğimizi söyledim. İlk defa heyecanlandıklarını gördüm ve sevindim. Sonra birden, sanki sözleşmişler gibi kalkıp aynı anda salon sayılacak yerin diğer ucunda mutfaktaki babalarının yanına gittiler, hamsinin piştiğini babaları söylemeden biliyorlardı. Sofrayı hazırlamak için ona yardım etmeye başladılar. Divanın ve sobanın ortasına, yere gazete kağıtları serildi, üzerine sadece kaşık, ekmek ve soğan kondu. Baba koca tavayla hamsiyi getirdi. Kızlar çok acıkmıştı ve hemen giriştiler hamsiye, kılçıklarını ayıklamadan bir hamsi yiyor, bir ekmek koparıyor, bir su içiyorlardı. Babaları da bir yandan yiyor, bir yandan çekinmememi, başlamamı söylüyordu. Onlar tavayı yarılamışken ben hala kılçık ayıklamakla uğraşıyordum. Hamsi çok güzeldi, tadı hala damağımda. Yemek bitti, kızlar gazete kağıtlarını toplamaya başladılar, sofranın çöpünü, kılçıkları yanan sobaya attılar. Anneleri hala gelmemişti. Eve gitmek için izin istedim. Aynı dar, yosunlu merdivenleri olan karanlık sokaklardan tırmanıp eve geldim. Kapıyı annem açtı ve ilk sorduğu soru "Hamsiyi nerede yedin?" oldu.

Gördüklerimi anlattım. Kızları o da tanımıyordu. Kızların durumuna üzüldü ama hemen sonra "doymamışsındır sen orada, otur da doğru düzgün yemek ye" diyerek anne rutinine döndü. Doyup doymadığımı bilmiyordum, uykuya dalana dek üstümü başımı koklayıp düşündüm. Artık ben de hamsi kokuyordum.

Çalışmalardan birkaç sefer sonra, bilmiyorum, belki birkaç hafta sonra kızlar bize gelecekti bu kez. Okuldan çıkıp, üstündekileri hiç değiştirmeden direkt bize geldiler. Ders çalışmaya başlamamız gerekiyordu ama valide kızlara kabir azabı gibi bir kabin basıncı uyguluyordu sorularıyla. Nerelisiniz, babanız ne iş yapar, nerede oturuyorsunuz, kaç kardeşsiniz?.. vs. vs. Ben soru sormaktan ne kadar imtina ediyorsam, kadın aksine kızcağızların üzerine üzerine gidiyordu. En sonunda "annenizin adı ne?" diye sordu. Söylediler ve sustular. "Artık derse başlamamız lazım anne" deyip, valideyi susturdum. Derse başladık, kızlar hiç fena gitmiyorlardı. Özellikle matematikte bayağı iyi hale gelmişlerdi. Ama türkçede o kadar ilerleme kaydedememiştik, zira kızlar konuşmuyorlardı. Ders bitti, bebeklerime diktiklerimi görmek isteyip istemediklerini sordum, gülümsediler. Yine pek konuşmuyorlardı ama gösterdiklerimi sevdikleri belliydi. Birkaçını onlara verebileceğimi söyledim, çok şaşırdılar ve sevindiler. Bebek giysilerini de alıp, kendi bebeklerine giydireceklerini söyleyip sevinçle ve heyecanla, kikirdeye kikirdeye gittiler. Çok mutluydum. Kızlar artık derslerde daha iyi, çevreyle daha sosyal ve mutlu gibiydiler. Hatta sınıftan birkaç kişi onlarla konuşmaya, ufak ufak oyun bile oynamaya başlamıştı. Mutluluğumu annemle paylaşmak istedim, olanları anlattım. Onları mutlu etmek beni de mutlu etmişti. Annem beni beklediğim heyecanla karşılamadı ve anlatmaya başladı:

Kızların anneleri, onlar dört yaşındayken trafik kazasında ölmüştü. Kızlara o yaşlarından beri balıkçı olan babaları bakıyordu. Kızlar bu yüzden sadece hamsi yiyebiliyorlardı, bu yüzden sürekli hamsi kokuyorlardı. Babaları hastaydı. Adamın sağda solda bir sürü yere borcu birikmişti ve balıkçılıktan kazandığı para kızların okul masraflarını karşılamaya yetmiyordu. Bu yüzden kızları okuldan almayı düşünüyordu, ama kızlar henüz bunu bilmiyordu. Annem bunları mahalledeki ayaklı data sağlayıcı kadınlardan öğrenmişti; ama nedir ki, kimse kızlar için bir şey yapmayı düşünmemişti bile. Annem öyle kötümser konuşmuştu ki, o gece uyuyamadım. Okula gidip öğretmenin bir şeyler yapması için onunla neler konuşacağımı hesaplayıp durdum. Öğretmenle konuşmak için sabırsızlanıyordum. Araya haftasonu tatili girmişti.

Pazartesi sabahı "andımız" esnasında kızları sırada göremedim. Genellikle geç kalırdılar, "gelirler nasıl olsa" diye düşündüm. Sınıfa girdim, ikizler hala sıralarında yoktu. Ders başladı, gözüm kapıdaydı. Ders boyunca da gelmediler. Teneffüs oldu, dışarı çıkıp bakındım, hala gelen giden yoktu. Artık öğretmene söylemeye karar verdim. Koridorda yakalayıp, dilim döndüğünce derdimi anlatmaya başladım. Ben konuşurken kadının gözleri doldu. Kızlar okuldan alınmıştı. Babaları kızların kaydını sildirmiş ve evi de Zonguldak'a taşımıştı. Geç kalmıştım ve hiçbir şey yapamamıştım. Onları artık bir daha hiç göremeyecektim.

Dün balık pazarından hamsi alıp eve gelirken, hamsiyi hazırlarken, hatta pişerken ve tabii ki yerken bile hep Fatma ile Zehra'yı düşündüm. Acaba şimdi nerede, neler yapıyorlar. Hamsi seviyorlar mı acaba?