Birkaç gün önce rüyalarımın saman tadına dönüşmesinden söz ederken imdada Orhan Gencebay’lı rüyam yetişti. Kim olduklarını hatırlamadığım birkaç arkadaşımla büyük kanunsuz işler yapmış da bir şeylerden kaçmak zorundaymışız gibi, Üsküdar’ın arka sokaklarında bir eve balkonundan giriyoruz. Orada kalmam gerektiği söylense de ben başka yerler aramak için sokağa çıkıyorum. Oralar güzel, dinleniyorum bir yerde. Kaldırımda otururken Orhan Gencebay iniyor hızla yokuştan aşağı. O da bir şeylerden kaçıyor gibi kılık değiştirmiş. Siz Johnny Depp’in Bon Bon’u gibi hayal edebilirsiniz, ben biraz daha başka gördüm. Neyse, bir şekilde babayı tutuşa alabiliyorum. ‘60 sonu ‘70 başı politik değişimin müziğini nasıl etkilediğini, 80’lerin yeni nedensiz arabesk dalgasını nasıl gördüğünü, Mısır ekolünü mü Suriye ekolünü mü daha çok benimsediğini, hangi feylesofa daha yakın hissettiğini… vs. soruyorum. Siyasetten girip, sosyoloji ve müzikten çıkıyoruz. O sırada bizim kaçaklardan biri geliyor ve adamı darlamaya başlıyor. Orhan Gencebay “ben de bakkaldan bir şeyler almaya çıkmıştım, gideyim, Sevim hesaba çeker şimdi” diyerek uzaklaşıyor. Arkadaşa söylene söylene, aynı eve yine balkonundan girmek üzere yokuşa vuruyorum.
Bence rüyalarım iyiye gidiye.
Okul sonrası ilk ders vakti gelmişti ve ilk olarak benim onlara gitmem gerekiyordu. Birlikte eve doğru yürümeye başladık. Evet kokuyorlardı, kötü bir şey kokuyorlardı. Yol boyunca içimden, "anneleri bunları neden yıkamıyor, neden üstlerine başlarına biraz bakmıyor, neden saçlarını hiç taramıyor, neden aynı yırtık çoraplarla okula gönderiyor?" diye kızların annelerine hayıflana hayıflana yürüdüm. Nemden yosun tutmuş dar merdivenlerden inip şehrin dışında bir mahallenin arka sokaklarının da arkasına yürüyorduk, kızlar önde, ben arkada. Buralara daha önce hiç gelmemiştim, zaten buralara gelmem de yasaktı. Vadi yarığında kurumuş bir dere yatağının en dibine kadar indik merdivenlerden. "Geldik" dediler. Etrafa baktım, tek bir apartman yoktu. İki göz odası olan, barakamsı, derme çatma bir evde yaşıyorlardı. Çatının üzeri naylon seriliydi. Kapıyı çalmalarını ve sonunda hayalimde deli bir kadın olan annelerinin aslında neye benzediğini görmem için kapıyı açmasını bekledim. Ama Fatma cebinden bir oda anahtarı çıkardı. O yaşlarda hiçbirimize anahtar teslim edilmezdi, ama bu kızların bir anahtarı vardı. Kapı açıldı ve o aynı koku, evden dışarı kaçarmışçasına bir yoğunlukla burnuma sarıldı sanki. İçeri girdim. Koku giderek yoğunlaşıyordu. Eski, yamalı perdeleri tamamen çekili oda kapkaranlıktı. Hava kararmıştı ve kızlardan biri tavandaki sarı akkor lambayı açtı. Sarı ışık beni hep üzmüştür, neden bilmiyorum; bu sarı ışık da zaten kötü görünen bu evi daha da kötü gösteriyordu sanki. İçeride bir divan, bir yer yatağı, bir kömür sobası, bir sehpa, Philips marka eski, küçük bir radyo, ıvır zıvır ve bunların karşısında da mutfak olarak kullanılan yerde küçük bir ocak ve üzerinde tencere, tava... vs. vardı. Her taraf kir ve yağ yanığına yapışmış toz içindeydi. Peki ama bu kızların anneleri neredeydi, yandaki odadan neden çıkıp hala gelmedi? Bunları düşünüp, etrafı incelerken kızlar da okul formalarını çıkarıp gelmiş, arkamda yan yana durup bana bakıyorlardı. Bir başkasının evini böylesine alıcı gözle incelemenin hoş olmadığını düşünüp utandım. Derse başladık. Bir yandan ders anlatıyordum, bir yandan da anneleri ne zaman gelecek diye sürekli camda, kapıdaydı gözüm. Çünkü oralarda, o zamanlar bir kadın o saatte evinde olurdu ve o yoktu.
Pazartesi sabahı "andımız" esnasında kızları sırada göremedim. Genellikle geç kalırdılar, "gelirler nasıl olsa" diye düşündüm. Sınıfa girdim, ikizler hala sıralarında yoktu. Ders başladı, gözüm kapıdaydı. Ders boyunca da gelmediler. Teneffüs oldu, dışarı çıkıp bakındım, hala gelen giden yoktu. Artık öğretmene söylemeye karar verdim. Koridorda yakalayıp, dilim döndüğünce derdimi anlatmaya başladım. Ben konuşurken kadının gözleri doldu. Kızlar okuldan alınmıştı. Babaları kızların kaydını sildirmiş ve evi de Zonguldak'a taşımıştı. Geç kalmıştım ve hiçbir şey yapamamıştım. Onları artık bir daha hiç göremeyecektim.
bu seferki dalgınlık öyküm de en az diğerleri kadar bir seri ardıl dalgınlıklar silsilesine sebep verecek, kafaya zahmetli uğraşlar yükleyen, "akılsız başın cezasını yine akılsız baş çeker"i kanıtlayan, kafada, alınamayacak dersler yaratan türden.
"bu bilgisayarın hali ne, biraz çeki düzen vereyim şu klasörlere." bu ve benzeri cümleleri ne zaman kursam, ne zaman biraz iyi hissetsem, ne zaman kendimde çerçöpün arasına dalacak cesareti bulsam, ardından hemen kötü şeyler oluyor. yine yaptım. tam da mp3'leri, nereden geldiğini bilmediğim şarkı ve filmleri diskler arasında seyahate çıkarırken, bir yandan da çerçöpü shift+delete ederek, -temizliğin ve düzenin ruha manasız bir mağruriyet pompalaması sarhoşluğundan olsa gerek-, windows'un normalden seksenbeş kat daha uzun süreceğini söylediği "siliniyor..." uyarısını biraz geç anladım. iptal diyip bir yandan dosyaları toparlamaya, bir yandan çerçöpü silmeye devam ettim. tekrar aynı şey oldu. yine iptal dedim, birkaç dosyayı daha bir yerlere taşıdım ve onları bırakıp bir şeyler okumaya daldım. sıkılınca, fonda taze düzenlenmiş gıcır müzik klasöründen soundtrack falan bi şeyler çalsın istedim. klasörü açtığımda bir çoğunu, ne olduğunu hatırlamadığımdan bir daha muhtemelen asla bulamayacağım yetmişbeşbin şarkılık müzik klasörünün neredeyse tamamını silmiş olduğuma ayılmam da yine biraz zaman aldı. o acıyla biraz kalakaldım, isyan ettim, hüzünlendim, sinirlendim. sonra, arada yine üzerine yeni şeyler yazılmış olan diskteki verileri kurtarmaya çabaladım. 1 saatin sonunda hepi topu üçbinbeşyüz şarkı bulabildi program. bu kadar az olmamalı diyerek bir daha tarattım. bu kez biraz daha fazla veri buldu, bu sırada saatlerden bir saat daha eksilmişti. kurtarılanları eski klasöre geri taşıdım. bu kez de, aynı işlemi iki kere yaptığımdan ve bunu da yine nasıl ve nedense farketmediğimden her şarkının birer klonu daha bitiverdi müzik klasöründe. duplicate olanları eleyip silecek program aramaya başladım. buldum. kurdum. işleme başladım. 1-2 saat de bu sürdü. program trial versiyon çıktı, "ben on tane silerim, gerisine sen bakarsın" dedi bence o an bana makinelerin alter-egolarından biri olarak. bence bunu derdi yani.
zaten çoğundan ümidi kestiğim, tamamen düzensiz, ne idüğü belli olmayan üçbinbeşyüz şarkı için şimdi crackli bir versiyonu bulup, hiç sevmediğim o makine diline tekrar maruz kalmak zorundayım. üstelik, bunca zahmetten sonra iyice tiksindiğimden muhtemelen bir daha asla hiç çift tıklamayacağım bir klasör için.
dalgın olmakla başka hiçbir problemim yok oysa. yemek yansa, aç aç otururum çünkü.
"Life is a tale that told by an idiot."
Afişteki mavilik, bulutlar, melek çağrışımları hiç de hakkaniyetli bir önyargı sağlamıyor film adına, öncelikle bunu söyleyeyim. Vaat eder gibi durduğu bu görsel seçicilik menşeli tabloyu birkaç dakikası hariç asla yansıtmıyor.
Uzun zaman önce kulağıma çalınıp sonra unuttuğum ve sonra izlemek için kritik bir zamanda tekrar karşıma çıkan nice filmden biri... Diğer anlatıların aksine "delilik" denen şeyin kendince tanımını yapmaksızın yaşanmış bir öyküden (/kitaptan) hareketle aslında ne gibi bir "şey" olduğunu ifade etmenin zor, iç burkan; mantık ve akıl üzerine sorular sordurtmanın ağır bir yolu olmuş film.
Film, kuzey ülkeleri insanlarının (ve tabi onlar arasından örnek adına en iddialılarından İzlanda'nın) yaşamlarındaki fon rengi griliğinin asıl müsebbiplerden biri gibi göründüğü; akıl, delilik, gerçek, sanrı, şizofreni.. gibi "normal" insanların üzerine çok fazla konuşmamayı yeğledikleri psikolojinin zor ve riskli, dar ve kasvetli bölgelerinde kılıç sallayıp arada da o keskin ucuyla içimde bir yerlere çentikler atıp, kanatan bir film olarak duygusal arşivimdeki sağlam yerini aldı, sağ olsun.
Páll karakterinin kendi varlık ve ayrıksılığına, yerinde bir seçimle Hegel'den bir alıntıyla cevap verişi filmin ve dolayısıyla kitabın nasıl sağlam
bir zemin üzerinde hareket ettiğini en başından kanıtlıyor; bu adımdan sonra da, söylenenlere şüphesiz yaklaşabilmesine de olanak sağlıyor izleyicinin ve Páll'un delilik üzerine kurduğu hemen her cümle, aksi ispatlanamaz teoriler halini alıyor hakkıyla.
***
[Yumurta ya da Spoiler]
(Yukarıdakilerin dışında, filmin başında ve ortasında yer alan rüya sekansı "hasta at" kısmı, Páll'un su üzerinde yürüyüşü, sıkça tekrarladığı aforizmaları (ki hemen hepsi şapka çıkartılacak cinsten saptamalar), zarar görmüş algısı neticesinde, odasında havada asılı kalmış gibi göründüğü sahnede dikey düzlemi yatay düzlem gibi imajine etmesi, "My Way" ve "Bium Bium Bambalo" eşliğinde intihar, Óli ve Viktor karakterleri... Hepsi birden filme benzersiz bir güç ve his kazandırmış.)
Filmin karakterler, küçük detaylar ve müzik üzerinden tartışılmaz "anlatmak istediğini ifade gücü" maksimuma yaklaşmış. Duvardaki Marilyn Monroe, sohbetlerde geçen Hegel ve Schiller, tımarhanedeki Nietzche, Hitler, Beatles göndermeleri... Fondaki müzik olmadan da zaten oldukça iddialı bir melankoli vaad edebilecekken bir de müzik pelikülün içine işlemiş adeta. Bu noktada film, Sigur Rós'a ve İzlanda menşeli hemen her sanat ürününe hayranlık uyandıran masochist bir merakla yaklaşılmasını da anlaşılır kılmış tekrar.
Üzerine söylenecek, bilerek atladığım daha çok şey var; uzatmıyorum. Ama on parmağında on marifet Baltasar Kormákur önünde saygıyla eğilmeden
de bitiremeyeceğim. O nasıl oyunculuktur güzel abim, o nasıl "hem delilik, hem sarhoşluktur"? :)
***
Filmdeki rüya sekansı:
Trailer:
http://www.imdb.com/title/tt0233651/
*Bu yazı daha önce "sinemafanatik"te yayınlanmıştır.
Sanırım kayboluyorum.
Oldum olası fotografik hafızası iyi, oryantasyonu kötü biriydim. Kaybolmayı, kaybetmeye benzediğinden değil ama sevmeyişim. Özellikle akşam üzerleri, ışıkları yanmamış, koyu renkli perdeleri olan evlerde kaybettim yolumu. Kaybolmanın, aslında yeni bir yol bulmak olduğunu en çok böyle odalarda unuttum. Unuttum ve bir daha hiç hatırlamadım bunu.
Kaybolmak, uyanıkken dahi kaybolduğun rüyalar görmek gibi... Saptığın her yoldan pişmanlık ve suçluluk duymak gibi... Gerçeğe sadık kalmak için, yalan söylemek zorunda kalmak gibi... En kötüsü, hiçbir şeyden emin olamamak gibi...
"Yola çıkmak, yitirmek ülkeleri" iken, kendini de yitirmek sanırım biraz. Tamamen kaybolmuş olmaktan da, birinin adımlarımı takip ederek beni bulmasından da korkuyorum şimdi.
Yollar karanlık ve gittiğim yol, yol değil biliyorum.
Bu gün tam bir yıl oldu. Nasılsın acaba, yıldızlara yakın mısın? O fütüristik fantezilerin hala eskisi gibi keyifli geliyor mu? Dünyayı kurtarma planlarımıza siktir mi çektin? Çocuk gibi her daim yaralı kolların bacakların da kurtuldular mı senin haşarı, ele avuca sığmaz ruhundan? Sen de beni özlüyor musun oralarda, yoksa oralarda özlemek bile yok mu ki aslında? Nasıl görünüyorum oradan? Şimdi anladın mı her şeyi? Bambaşka mıymış aslında anlamını ararken delirdiğimiz şey? Yoksa piç piç sırıtıyor musun bunlara da yine? Bu 'hep aklıma düşme" işine ne diyorsun? Yoksa sen mi yapıyorsun bunu da sinsi sinsi? Keşke yanaklarından daha fazla öpseymişim, içimden ne geçiyorsa daha hızlı söyleseymişim dediğimi biliyor musun?
'Keşke'lerim için beni affet ruhumun birebir bir tarafı, ben de seni erkenden gittiğin için affetmeye çalışayım. Sonra bir gün bir yerde pek de bir şey olmamışçasına kahkahalar atarak aptallıklarımızı anlatmaya kaldığımız yerden devam edelim. Olmaz mı?
Hem saatlerce yazmak, hem de saatlerce susmak istiyorum hakkında...